ABB
İSMAİL HAKKI PASLI
Köşe Yazarı
İSMAİL HAKKI PASLI
 

Dil, kültür ve medeniyet (2)

Dil, Kültür, Medeniyet (2) Okul yıllarından hatırlarım, ders kitaplarımızda, bir topluluğu millet yapan üç temel öğenin; dil, din ve kültür olduğu şeklinde yazardı. Bugün bu değerlere baktığımızda hangisini ele alacak olursak olalım pek iç açıcı bir durumla karşılaşmayacağımız malum. Bir önceki yazımıza ek olarak, bu yazıda da dil konusuna devam edeceğiz. Zira dil, din ve kültürün kavramsal anlamda iletişim aracı durumundadır. Kavramlar ne kadar doğru kullanılırsa ve ne kadar zenginleştirilirse toplumdaki düşünce ve bilim o kadar ilerlemeye müsait demektir. Millet dediğimiz toplulukta sosyal bütünleşme, o toplumu oluşturan bireyler arasındaki ortak kabullerden doğan ortak özelliklerle sağlanır. Onların yaşayış biçimleri, hayat ve olaylar karşısındaki tutum ve davranışları toplumun ortak özelliklerindendir. Bunlar tarih boyunca sürmüştür. Böylece ailede soya dayanan akrabalık bağının yerini, millet varlığında, yaşayış düzenindeki ortak tutum ve davranışlardan kaynaklanan “bir sosyal akrabalık” bağı almıştır. Bu bağ ve aynı toplumdan olma duygusu, fertleri birbirine perçinleyen ortak bir toplum bilinci oluşturmuştur. Böylece, millet, aralarında hiçbir yakınlık bulunmayan gelişigüzel fertlerin meydana getirdiği bir topluluk olmaktan çıkarak birbirine sosyal akrabalık bağları ile bağlanmış ve toplum bilinci ile kenetlenmiş kişilerin oluşturduğu sağlıklı ve sistemli bir organizasyona dönüşmüştür. Dil, kültürle o kadar rabıtalıdır ki, kullananları müşterek düşünce ve kavrayış kalıpları içerisinde birbirine bağlar, geçmişte öğrenilenlerin yani bilginin alıkonulmasını, zihinde tutulmasını ve gelecek nesillere aktarılmasını mümkün kılar. Yüksek seviyede gelişmiş bir dil, çok çeşitli fikirlerin ve zengin bir bilgi birikiminin nakli için önemli bir kapasite temin eder. İşte böylesi sağlıklı bir organizasyonda milli bir kimlik, tüm bireyler tarafından aynı düşünce ve bilinçle inşa edilir. Ne var ki bu kimliği, diğer bir deyişle dil birliğini korumak ve hatta daha da ileriye götürmek, yine, aynı milleti oluşturan bireylerin süreklilik arz eden davranışlarına bağlıdır. Aynı dili konuşan, aynı edebi mirasa malik insanlar, kendini bir ve beraber hissederler. Tarihte, başka milletler arasına karışıp, onların dillerini konuşarak, kendi milli benliklerini kaybetmiş topluluklara çok rastlanır. Bu olay inanç ve din alanında da vuku bularak cereyan ederse daha hızlı ve kesin bir şekilde sonuçlanır. Onun için düşmanlar, bir milleti dağıtmak maksadıyla dili bozmaya, dildeki birliği parçalamaya büyük özen gösterir. Toplumda, bireyler arasındaki iletişimi sağlayan en önemli unsur olarak dildeki herhangi bir bozulma, milli duyguların zayıflamasına, aynı düşünce ve idealleri paylaşmada zafiyet gösterilmesine ve sonuçta diğer dillerin ön plana çıkmasına yol açabileceği günümüzdeki uygulamalardan kolayca anlaşılmaktadır. Yabancı dil sempatizanlığı, sadece milli dillerin bireyler tarafından daha az tercih edilmesine yol açmamakta aynı zamanda, kültürün de yozlaşmasına neden olmaktadır. Ulusal değerler kopması kültürel yozlaşmayı getirir. “Kimlik bunalımı” doğar. Bu durumdan dil de etkilenir. Yozlaşma öncelikle ve ivedilikle dilde kendini gösterir. Çünkü dil, kültürün aynasıdır. Toplumdaki değer yargılarının zamanla değişmesi, kültürel yozlaşma ve sonuç olarak işgal edilmiş bir dil profili ortaya çıkarmakla kalmayıp, bireylerin, millet olma ve milli duygular paylaşmasına da engel olabilecektir. Ülkemizde her nereye gitsek bunun yansımalarını kolaylıkla görebiliriz. Ben burada şahsen yaşadığım bir iki hatıramı örnek olarak vermek istiyorum. 1-Umuttepe’ye taşınmadan önce Anıtpark kampüsünde görev yaptığımız günlerden bir gündü. Ders çıkışında şehrimizin tanınmış (!) radyolarından birinin, binanın giriş kısmında stant kurmuş olduğunu gördüğümde öteden beri kafamdaki soruların cevabını bulabileceğimi ümit ettim. Görevliyi selamladıktan sonra kendimi tanıttım. Kısa bir konuşmanın ardından, herhangi bir soru sormamış olmama rağmen, görevli, radyonun isminin patentli ve kendilerine ait olduğunu gururla ve sevinçle ifade etti ve sonra, yüzündeki ifadenin aniden değişmesine sebep olan sorumu sordum, dedim ki; ben de bir radyocu olarak İstanbul’a gitsem ve Radyo Konstantinopolis adında bir radyo kursam ve patentini de almış olsam bunun kime ne faydası olabilir? Aldığım cevap beni tatmin etmedi tabi, radyo görevlisinin de hazırlıksız bulunduğu bu soru karşısında, konuyla ilgisi olmayan sözlerinden anladığım gibi, onun da söylediği sözlerden tatmin olmadığını düşünüyorum. Trajik bir durum, Tanzimat’tan bu yana batıya karşı içinde bulunduğumuz eziklik ve aşağılık kompleksinin aynı memlekette yaşayan insanlar olarak karşılaştığımız acı bir göstergesi. 2-Kocaeli, Gölcük’te faaliyet gösteren bir firmaya giderek tabelalarındaki, bizimle hiçbir ilgisi olmayan isimle ilgili bir söyleşi yapmak istedim. Yine kendimi tanıttıktan sonra, konu ile ilgili başka örnekler vererek durumu izah edip ve kızım sana söylüyorum gelinim sen anla türünden bir yaklaşımla işyeri sahibine sözü bıraktığımda, maalesef ilgisiz ve tutarsız cevaplar alıp konuyu tatsız bir şekilde noktalamak zorunda kaldık. 3-Bir başka ilçemizde –ismini vermeyeceğim, reklamını yapmak istemiyorum- faaliyet gösteren bir otele gittim. İlginçtir, bu otelin ismi ilçenin antik çağdaki ismi (!) imiş. Randevu almadan gitmeme rağmen resepsiyondaki görevli, otelin sahibi ile tanışmamı sağladı ve orada da bu konuyu vurgulamaya çalıştım. Otel sahibi, kendisinin de milliyetçi bir Türk olduğunu (!) vurgulayarak, otele gelen müşterilerin çoğunun Yunan olduğunu ve bundan dolayı böyle bir isim vermeyi tercih ettiklerini söyledi. Her ne kadar seviyeli bir sohbet yapmış olsak da yine tatmin ve ikna edici bir cevap alamadım. Bu konu hakkında örnekleri çoğaltmak mümkün. Zaten, yüzümüzü ne tarafa çevirsek yabancı markaların arasında kayboluyoruz. Buraya nasıl geldik, niçin bu haldeyiz, nereye gidiyoruz sorularını cevaplamak, uzun ve derinlemesine çalışmalar gerektirebilir. Sebep ne olursa olsun, dil ve kültürel problemler, toplumumuzun dinamiklerini sarsmaya çoktan başlamış ve hızla yoluna devam ediyor. Yine de dilimizi ve kültürümüzü koruma ve yaşatma konusunda elimizden geleni yapabiliriz. En azından sessiz kalmayıp konuyu tartışmaya açmak bile bazıları için bir uyarı vesilesi olabilir. Burada, ‘Simit Sarayı’, ‘Kahve Dünyası’ gibi, dilimizin kurallarına uyarak piyasa koşullarında rekabet etmeye çalışan firmalarımızı tebrik ediyor, yabancı marka gibi görünen ve aslında yerli olan diğer firmaların da en kısa zamanda kendilerine çeki düzen vermelerini ve gelecek nesillere “örnek olma” larını temenni ediyorum.
Ekleme Tarihi: 21 Aralık 2022 - Çarşamba

Dil, kültür ve medeniyet (2)

Dil, Kültür, Medeniyet (2) Okul yıllarından hatırlarım, ders kitaplarımızda, bir topluluğu millet yapan üç temel öğenin; dil, din ve kültür olduğu şeklinde yazardı. Bugün bu değerlere baktığımızda hangisini ele alacak olursak olalım pek iç açıcı bir durumla karşılaşmayacağımız malum. Bir önceki yazımıza ek olarak, bu yazıda da dil konusuna devam edeceğiz. Zira dil, din ve kültürün kavramsal anlamda iletişim aracı durumundadır. Kavramlar ne kadar doğru kullanılırsa ve ne kadar zenginleştirilirse toplumdaki düşünce ve bilim o kadar ilerlemeye müsait demektir. Millet dediğimiz toplulukta sosyal bütünleşme, o toplumu oluşturan bireyler arasındaki ortak kabullerden doğan ortak özelliklerle sağlanır.

Onların yaşayış biçimleri, hayat ve olaylar karşısındaki tutum ve davranışları toplumun ortak özelliklerindendir. Bunlar tarih boyunca sürmüştür. Böylece ailede soya dayanan akrabalık bağının yerini, millet varlığında, yaşayış düzenindeki ortak tutum ve davranışlardan kaynaklanan “bir sosyal akrabalık” bağı almıştır. Bu bağ ve aynı toplumdan olma duygusu, fertleri birbirine perçinleyen ortak bir toplum bilinci oluşturmuştur. Böylece, millet, aralarında hiçbir yakınlık bulunmayan gelişigüzel fertlerin meydana getirdiği bir topluluk olmaktan çıkarak birbirine sosyal akrabalık bağları ile bağlanmış ve toplum bilinci ile kenetlenmiş kişilerin oluşturduğu sağlıklı ve sistemli bir organizasyona dönüşmüştür.

Dil, kültürle o kadar rabıtalıdır ki, kullananları müşterek düşünce ve kavrayış kalıpları içerisinde birbirine bağlar, geçmişte öğrenilenlerin yani bilginin alıkonulmasını, zihinde tutulmasını ve gelecek nesillere aktarılmasını mümkün kılar. Yüksek seviyede gelişmiş bir dil, çok çeşitli fikirlerin ve zengin bir bilgi birikiminin nakli için önemli bir kapasite temin eder. İşte böylesi sağlıklı bir organizasyonda milli bir kimlik, tüm bireyler tarafından aynı düşünce ve bilinçle inşa edilir. Ne var ki bu kimliği, diğer bir deyişle dil birliğini korumak ve hatta daha da ileriye götürmek, yine, aynı milleti oluşturan bireylerin süreklilik arz eden davranışlarına bağlıdır. Aynı dili konuşan, aynı edebi mirasa malik insanlar, kendini bir ve beraber hissederler. Tarihte, başka milletler arasına karışıp, onların dillerini konuşarak, kendi milli benliklerini kaybetmiş topluluklara çok rastlanır.

Bu olay inanç ve din alanında da vuku bularak cereyan ederse daha hızlı ve kesin bir şekilde sonuçlanır. Onun için düşmanlar, bir milleti dağıtmak maksadıyla dili bozmaya, dildeki birliği parçalamaya büyük özen gösterir. Toplumda, bireyler arasındaki iletişimi sağlayan en önemli unsur olarak dildeki herhangi bir bozulma, milli duyguların zayıflamasına, aynı düşünce ve idealleri paylaşmada zafiyet gösterilmesine ve sonuçta diğer dillerin ön plana çıkmasına yol açabileceği günümüzdeki uygulamalardan kolayca anlaşılmaktadır. Yabancı dil sempatizanlığı, sadece milli dillerin bireyler tarafından daha az tercih edilmesine yol açmamakta aynı zamanda, kültürün de yozlaşmasına neden olmaktadır.

Ulusal değerler kopması kültürel yozlaşmayı getirir. “Kimlik bunalımı” doğar. Bu durumdan dil de etkilenir. Yozlaşma öncelikle ve ivedilikle dilde kendini gösterir. Çünkü dil, kültürün aynasıdır. Toplumdaki değer yargılarının zamanla değişmesi, kültürel yozlaşma ve sonuç olarak işgal edilmiş bir dil profili ortaya çıkarmakla kalmayıp, bireylerin, millet olma ve milli duygular paylaşmasına da engel olabilecektir. Ülkemizde her nereye gitsek bunun yansımalarını kolaylıkla görebiliriz. Ben burada şahsen yaşadığım bir iki hatıramı örnek olarak vermek istiyorum. 1-Umuttepe’ye taşınmadan önce Anıtpark kampüsünde görev yaptığımız günlerden bir gündü. Ders çıkışında şehrimizin tanınmış (!) radyolarından birinin, binanın giriş kısmında stant kurmuş olduğunu gördüğümde öteden beri kafamdaki soruların cevabını bulabileceğimi ümit ettim.

Görevliyi selamladıktan sonra kendimi tanıttım. Kısa bir konuşmanın ardından, herhangi bir soru sormamış olmama rağmen, görevli, radyonun isminin patentli ve kendilerine ait olduğunu gururla ve sevinçle ifade etti ve sonra, yüzündeki ifadenin aniden değişmesine sebep olan sorumu sordum, dedim ki; ben de bir radyocu olarak İstanbul’a gitsem ve Radyo Konstantinopolis adında bir radyo kursam ve patentini de almış olsam bunun kime ne faydası olabilir? Aldığım cevap beni tatmin etmedi tabi, radyo görevlisinin de hazırlıksız bulunduğu bu soru karşısında, konuyla ilgisi olmayan sözlerinden anladığım gibi, onun da söylediği sözlerden tatmin olmadığını düşünüyorum. Trajik bir durum, Tanzimat’tan bu yana batıya karşı içinde bulunduğumuz eziklik ve aşağılık kompleksinin aynı memlekette yaşayan insanlar olarak karşılaştığımız acı bir göstergesi.

2-Kocaeli, Gölcük’te faaliyet gösteren bir firmaya giderek tabelalarındaki, bizimle hiçbir ilgisi olmayan isimle ilgili bir söyleşi yapmak istedim. Yine kendimi tanıttıktan sonra, konu ile ilgili başka örnekler vererek durumu izah edip ve kızım sana söylüyorum gelinim sen anla türünden bir yaklaşımla işyeri sahibine sözü bıraktığımda, maalesef ilgisiz ve tutarsız cevaplar alıp konuyu tatsız bir şekilde noktalamak zorunda kaldık. 3-Bir başka ilçemizde –ismini vermeyeceğim, reklamını yapmak istemiyorum- faaliyet gösteren bir otele gittim. İlginçtir, bu otelin ismi ilçenin antik çağdaki ismi (!) imiş. Randevu almadan gitmeme rağmen resepsiyondaki görevli, otelin sahibi ile tanışmamı sağladı ve orada da bu konuyu vurgulamaya çalıştım.

Otel sahibi, kendisinin de milliyetçi bir Türk olduğunu (!) vurgulayarak, otele gelen müşterilerin çoğunun Yunan olduğunu ve bundan dolayı böyle bir isim vermeyi tercih ettiklerini söyledi. Her ne kadar seviyeli bir sohbet yapmış olsak da yine tatmin ve ikna edici bir cevap alamadım. Bu konu hakkında örnekleri çoğaltmak mümkün. Zaten, yüzümüzü ne tarafa çevirsek yabancı markaların arasında kayboluyoruz. Buraya nasıl geldik, niçin bu haldeyiz, nereye gidiyoruz sorularını cevaplamak, uzun ve derinlemesine çalışmalar gerektirebilir. Sebep ne olursa olsun, dil ve kültürel problemler, toplumumuzun dinamiklerini sarsmaya çoktan başlamış ve hızla yoluna devam ediyor.

Yine de dilimizi ve kültürümüzü koruma ve yaşatma konusunda elimizden geleni yapabiliriz. En azından sessiz kalmayıp konuyu tartışmaya açmak bile bazıları için bir uyarı vesilesi olabilir. Burada, ‘Simit Sarayı’, ‘Kahve Dünyası’ gibi, dilimizin kurallarına uyarak piyasa koşullarında rekabet etmeye çalışan firmalarımızı tebrik ediyor, yabancı marka gibi görünen ve aslında yerli olan diğer firmaların da en kısa zamanda kendilerine çeki düzen vermelerini ve gelecek nesillere “örnek olma” larını temenni ediyorum.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve tarafsizhaber.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.